top of page

HEY GİDİ SANAL DÜNYA



Bir zamanlar sanalda buluşmak diye bir şey vardı. Bu aynı kafa ve gönül birliğine sahip olan insanların daimî ikametgâhı olmasa da reeli besleyen bir şeydi. Reel yetersiz beslenmeden bitap düştüğü için ona gıda takviyesi yapılması gerekiyordu. O kadar açtı ki buna reel, ne versen bana mısın demeden yiyordu. Uzantılarıyla akraba olan bir camia olduğumuz için “mış gibi yapma” geleneğinden sanala uzanmak hiç zor olmamıştı. Mahalle kültüründen idmanlı olduğumuz üç kullanışlı enstrümanımız vardı: Ezber, slogan ve sövgü.

Ezber düşünme değil tekrar gerektiriyordu. Slogan anlam geliştirmeye değil ses yükseltmeye dayanırken sövgü öfkenin ve hiddetin gazını almaya yarıyordu. Bunların hepsi bir bakıma sanal olanın uzantılarıydı. Reel olanı sahicilikten uzaklaştırıp dışımızdakilerle iletişimin alelade malzemesine dönüştürdüğümüz günden beri sanalla uyumlu yaşadığımızın farkında bile değiliz. Bu durum dijital öncesi zamanlardan beri süregelen bir şeydi. Her sanı ve her zannediş insanlığın varoluşundan itibaren bidayetten beri gerçekliğin yerine ikame edilen aparatlar olarak kullanılmaya devam etmektedir.


Sahicilik, gerçeklik ve sanallık arasındaki mesafe modern zamanlarla birlikte öylesine kısalmıştır ki önümüze sunulan durum, olay ve görüntüyü sanal gerçeklik mi yoksa artırılmış gerçeklik şeklinde mi tanımlamak gerektiği noktasında net bir kanaate sahip değiliz. J. Buaudrillard’ dan ödünç alarak söyleyecek olursak, modern dünya bugün gerçekliğin sonsuz sayıda yeniden üretimiyle karşı karşıyadır. Tarihsel anlamda var olan gerçeklik yok olmak üzeredir. Modern ötesi dünya sahip olduğu gelişme ve aşırı gelişme mantığı çerçevesinde gerçekliği yeniden üreterek ona bir son vermektedir. Sistem teknoloji sayesinde hipergerçeklik yaratmıştır. Gerçeklik bu sayede sanallaşmakta ve yok olmaktadır. Dünya kökten bir yanılsama, bir simülasyondur artık. Her şeyin değişken ve görece hale geldiği bir dünyada hikmet ve hakikati keşfedebilmek için çok daha derinlere inmek, dolambaçlı sokaklarda yürümek gerekiyor.


İlkokul sıralarında o zamanki her çocuk gibi hiddet ve öfkemi en ilkel yöntemlerle dışa vurmaya çalışıyordum. Bunun en yaygın şekli sövmekti. Sevmenin zaman alıp masraf gerektirdiği bir ortamda sövmek daha kullanışlı ve daha risksizdi. Her şeyden önce ortak kullanım dairesinde bulunuyordu ve alım satıma, mülkiyete konu olmuyordu. Telif gerektirmiyordu, çünkü anonimdi, miri malıydı. Sövgü metnini kim yazdıysa artık, sadece dilsel abartıdan ibaretti ve eylem içermiyordu. “Yaparım, ederim…diyordun, ama yapıp etmeyeceğini sen dahil karşındaki herkes de biliyordu. Maksat fenalık yapma potansiyelini ifşa ederek karşındakinin sinir sistemini darmadağın edip kimyasını bozmaktır.


Biz Türkler çok severiz sövmeyi. Hele bir de Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun tavsiye ettiği gibi üç dilde sövebilirse insan, değme keyfine. Allah’tan ki yarım yamalak kendi dilimizi bilmenin dışında başkaca bir dil bilmiyoruz. Belki de bu yüzden küfürlerimiz bile güdük. Öyle ya herkesin bir Can Yücel ya da “Azizim sövmek, müsekkin-i asaptır. / Binaenaleyh, herkes için meşru bir haktır.” diyerek sövmeyi kendine hak belleyen Neyzen Tevfik olma şansı falan yok.

Ezberle ilişkimiz de çok farklı değildir. Ezberciliğin arka planında mirasyedi refleksi vardır. Bağını sormadan üzüm yeme itiyadı da buna dayanır. Bir davranışın düşünmeden yapılması en yaygın ezber biçimidir. Anlamına nüfuz edilmeyen her ezberin içini insanın kendi kuruntu, vehim, vesvese ve zannına dayanan hikayesi doldurur. Fikrin, kanaat ve düşüncenin yerini sloganın aldığı dönemleri ve toplumları hatırlayalım. “Kahrolsun” ve “yaşasın”la sağ ya da sol yumruğunu esnetmeye çalışan insanların eylemsel anlamda yaptıkları şey bir tür dua ve bedduanın kamuya duyurulma çabasıdır. Kahretmek için yola koyulmanın yerini kahrolsun demek almıştır. Yaşatmak için çaba harcamak yorucu ve de masraflı olduğundan yaşasın temennisini yüksek sesle söylemek bu çabayla yer değiştirmiştir. Neticede ortada reel anlamda olan biten bir şey yoktur. Söylem eylemin yerine geçerek sanal anlamda bir gerçeklik hissi uyandırma vazifesini ifa etmektedir.


Bir zamanlar reel ortamda cemaat olmayı pratiğe geçiremeyen gençlerin dijital ortamlarda tesis ettikleri sanal birliktelikler vardı. Oluşturulan saf düzeninden kullanıcı isimlerine, iddialardan muhabbet sözcüklerine kadar hepsi sanaldı. Bu ortamların sağladığı en önemli şey oturduğun yerden ahkam kesmek, bir nick maskesiyle kafayı taktığın birine sataşmak ve dışarıda, camide, kahvehanede oluşturamadığın sosyalleşmeyi bu mecralarda sağlamaktı. Cemaat.com, ihl sözlük, 40ikindi.com gibi siteler bu muhabbetin edebi ağırlıklı mecralarıydı. Rahmetli Asım Gültekin’in ismi ile özdeşleşen ve yakın zaman önce yayınına son veren dunyabizim.com sitesini de bu minvalde adı anılmadan geçilmeyecek platform özelliğini haiz mecralar arasında sayabiliriz. Bu sitenin kendini kapatmasıyla birlikte sanal-reel bağlamında bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcı sayılabilecek bir sürece girdiğimizi söylersek herhalde meseleyi abartmış olmayız.


Ezcümle gerçekliğin sanallaştığı bir zamanda dijital ve sanal mecraların toplayıcı, toparlayıcı ve sözü daha geniş kitlelere ulaştırıcı imkân olma özelliği de kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.

bottom of page